Çocuklarımızı nasıl bir dünya bekliyor? Onları yaşayacakları hayata yeterince hazırlıyor muyuz?
Evet, yani çok zor bir soru. Çok hareketli, çok hızlı değişen, dönüşen bir hayat bekliyor onları. Onlardan ihtiyaç duyulan bilgi ve beceriler sürekli değişiyor olacak. Onların zamanını çok iyi kullanabiliyor olmaları gerekiyor olacak. Resilience dediğimiz, o yılmazlık becerisinin çok gelişmiş olması gerekiyor olacak. Çünkü hata yapacaklar, tekrar ayağa kalkacaklar; hani bunu daha sık yapmak zorunda kalacaklar.
Çünkü dünya çok hızlı değiştiği için, çok hızlı ayak uydurmak zorunda kalacaklar. Hataları bol olacak ve hatalardan öğrenmeyi öğrenecekler. Bu anlamda zaten hani teknoloji vazgeçilmezimiz. Bu anlamda onların sadece tüketmek için değil de üretmek için de teknolojiyi kullanmayı öğrenmeleri gerekiyor. O yüzden dijital becerilerinin çok gelişmesi olması gerekiyor.
Teknoloji, dil bariyerini silikleştirse de ben hala dil bilmenin, o kültürü bilmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bana göre dil bilmek hala çok kıymetli olacak. Yani buna teknoloji çare bulamaz. Çünkü o dille üretebilmeniz, o dille anlayabilmeniz ve o dille entelektüel sorgulama süreçlerine girebilmeniz çok önemli. Sonuçta bu sizin bütün sınırlarınızı kaldıracak diye düşünüyorum.
Bunun dışında, zamanı ve mekânı daha serbest kullanabileceğiz. Bu da bizim öz disiplinimimizi geliştirmemiz, kendi kendine öz denetimimizi geliştirmemiz gerektiğini gösteriyor. Dolayısıyla öz denetimi olan bir nesle ihtiyacımız var. Bunların hepsini geliştiriyor muyuz? Hayır, geliştirmiyoruz. Okullarımızda en azından bunu yapmıyoruz. Ben ailelerin de bu süreci çok farkında olarak yaptıklarını düşünmüyorum. Belki bilinçli olanlar evet, okullarda ise ne yazık ki daha test odağımız bitmedi.
Çocukları test odaklı, çok kavramsal, alt düzey bilgi ve becerilerin kazandırılması noktasında kurguladığımız müfredat çerçevesini aşmadığımız sürece, biz çocuklarımızı geleceğe hazırlayamayacağız. Dolayısıyla onları hayata hazırlayacak, daha gerçek hayattan çalışmaların yer aldığı, birlikte çalışabilecekleri daha otantik projeler üzerinde çalışabilecekleri, akran öğrenmesinin var olduğu, esnek öğrenme mekanlarının çok olduğu, öğretmenin artık anlatıcı rolünden sıyrılıp rehber rolüne büründüğü bir öğrenme deneyimine geçmediğimiz sürece onları geleceğe hazırlayabileceğimizi düşünmüyorum.
Geleceği Kodlayanlar bunu çok güzel anlatıyor. Yani adım adım anlatıyor. Bir okul ikliminin nasıl olması gerektiği, öğretmenlerin, velilerin nasıl davranması gerektiğiyle ilgili çok güzel bir yol haritası çiziyor. Bu sorunun cevabını arayanlar bence bu kitaba bakabilirler.
Kitabınızda sınıfta uygulanabilecek birçok taktik veriyorsunuz. Bunları uygularken müfredatı nasıl yetiştireceğiz?
Bu her öğretmenin bana sorduğu bir soru. Yani ben bu sorunun kendi içinde bir hatası olduğunu düşünüyorum. Yetiştireceğimiz bir müfredat değil, ulaşmak istediğimiz hedefler, kazanımlar var. Bu kazanımlara ulaşmak için öğretmenin doğru bir tasarımcı, iyi bir tasarımcı olması gerekiyor. İyi bir tasarımcı demek sadece konuyu kendisi anlatıyor, müfredatta söylenen her bilgiyi, her söylenenin öğretmenin ağzından çıkacak diye bir şey yok. İyi bir tasarımcı öyle bir öğrenme ortamı yaratmalı ki öğrenci o kazanıma ulaşmalı. Buna ulaştığınızı garantileyen şey de sizin onları anlatmanız değil.
Dolayısıyla müfredatı yetiştirmek demek, öğretmen için her şeyi ben anlatacağım demek. Ama bu yanlış bir yaklaşım. Biliyoruz zaten. Dolayısıyla öğretmenin tasarımcı kimliğini çok önemli buluyorum. Bu anlamda müfredatı yetiştirmek için öğretmenin iyi bir tasarımcı kimliğinin olması gerekiyor. Ve öğrencilerinin o hedeflere ulaştığına emin olması gerekiyor. O yüzden ben ‘understanding by design’ yaklaşımını çok beğeniyorum. Öğretmenlere çok güzel bir yol haritası sunuyor. Bu yol haritasını kullanarak öğretmenler sadece müfredatını yetiştirme derdine girmeden öğrencilerinin hedeflerine nasıl ulaşacakları derdine düşmelerini daha kıymetli buluyorum.
Dünya değişiyor. Teknolojiler de. Peki değişime direnen öğretmenleri ne yapacağız?
Her okulda değişimi çok hızlı kucaklayan, değişimi birazcık daha sorgulayarak ve dikkatli adımlarla ilerleyen grubu ve de her şekilde direnecek bir öğretmen grubu mutlaka vardır. Ben her zaman okulda bu kafasında soru işareti olan, sorgulayan öğretmenlerin olmasını çok sağlıklı buluyorum. Bu öğretmenlere ulaştığınız zaman değişimi de gerçekleştireceğinize inanıyorum.
Dolayısıyla değişimi hızlı kucaklayan öğretmenlerin bol bol örnek proje, etkinlik, çalışma üreterek rol model olmalarını ve liderlik etmelerini önemsiyorum ki sorgulayan, emin olmayan, nasıl yapılacağını, nereden başlayacağını bilmeyen öğretmenlere yol gösterici olacaktır. Dirençli olan ve her şeye zaten itiraz eden bir öğretmen kitlesi olacaktır. O öğretmenler de değişim gerçekleştiğinde, zaten ayak uyduramıyorsa bir şekilde o süreçten çıkacaktır. Dolayısıyla bu dönüşümü lider öğretmenlerin, öncü öğretmenlerin gerçekten pilot çalışmalar, örnek çalışmalar üreterek fark yaratmasıyla mümkün olacağını düşünüyorum.
Kodlama ve Maker konusunda biraz değinebilir miyiz?
Kodlama ve Maker konusu çok fazla benim alanım olmadığı için bu soruyu geçebiliriz. Belki onu başka bir röportajda, daha uzman birine sorabilirsiniz. Geleceği Kodlayanlar, kodlama ve Maker anlattığım bir kitap değil. O daha çok bir bakış açısı veriyor.
Öğretmen 2.0’da “En küçük çocuğun beş buçuk saatten başlayan medya tüketimi, daha büyük ergenlerde günde 21 saatten fazlaya ulaşabiliyor.” diyorsunuz. Bu sizce de bir alarm düzeyi değil mi? Teknoloji kullanımının sınırı nedir? Nerede durmalıyız?
Yani tabi burada pandemi sürecini söylemiyorum ama Amerikan Pediatri Derneği’nin vermiş olduğu belli rakamlar var. 5 yaşından küçükler için şu kadar, ilkokulda şu kadar, ortaokulda şu kadar gibi. Bunların güncel versiyonlarına internetten ulaşabilirsiniz. Çocukların dengeli bir hayatı için teknolojiye maruz kalma süreleri genelde 1-2 saat arasında değişiyor. Ancak pandemi sürecinde bu geçerli olmadı. Sevgili hocam Doçent Dr. Yavuz Samur da “Bu süre çocuğun teknolojiyi ne amaçla kullandığına bağlı.” diyor. Ben buna fazlasıyla katılıyorum. Önemli olan çocuğun bunu öğrenme amaçlı mı kullanıyor, üretim amaçlı mı kullanıyor, hangi amaçlarla kullandığını dikkate alarak teknoloji kullanımını belirlemek gerekiyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu süre buna göre de değişecektir.
Nerede durmalıyız? Çok güzel bir psikolog söyleşisinden hatırladığım iki önemli şey vardı. Bir tanesi, “Çocuk teknolojiyi kullanırken nelerden vazgeçiyor, neleri feda ediyor?” İkincisi ise “Teknolojiyi tüketen olarak mı yoksa üreten olarak mı kullanıyor?” demişti. Bu ikisi bence çok önemli. Eğer çocuk teknolojiyi kullanırken sürekli bir şeyi tüketen pozisyonundaysa, bu bence bir alarm. Zaten bir şeylerin ters gittiğini aileler ve öğretmenler fark ediyorlar. Hani o noktada ne yapmalı veliler? Çocuklarıyla daha kaliteli zaman geçirebilecekleri ortamlar yaratmalı. Etkileşimi daha arttırmalı. Çocukları daha üretken olmaları konusunda yönlendirmeleri gerekiyor diye düşünüyorum. Maker ve kodlama öğrencilere bu anlamda farklı bir boyut katacaktır.
Geleceği Kodlayanlar kitabınızda “İnovatif düşünme şeklini öğrenen çocuklarımızın geleceğin Steve Jobs, Jeff Bezos ve Marc Zückerbergleri olmamaları için hiçbir sebep yok!” diye belirtiyorsunuz. Türkiye’deki eğitimin gerçeklerini göz önüne alınca ve beyin göçünü de hesaba katınca, bu söylem sizce de çok iddialı değil mi?
Yani iddialı tabi ki. Bence her ülke için iddialı ama mümkün. Bu çocuklar da bir şekilde sistemden yetişen çocuklar. Hepimizin yaşadığı sistemden gelen çocuklar. Önemli olan bizim, biraz önce de söylediğim öğrenmeye bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor. Öğretmenin öğrenmeyi nasıl kurguladığıyla alakalı. Okulun nasıl bir iklim ve kültür yarattığıyla alakalı. Ailenin kendi hedefleri değil, çocuğun hedeflerini bulması noktasındaki desteği ve bilinçlenmesi çok önemli. Bu bir ekosistem. Bence o ekosistem yaratılırsa, neden olmasın?
Ben bu ekosistemin öyle hani bir kişinin bir sistemi yaratarak “Hadi herkes bu sistemin içerisinde inovatif öğrenciler olacak!” diyeceğini sanmıyorum. Bu sistem daha çok aşağıdan yukarıya oluşacak bir sistem. Farklı mekanizmaların kendilerinin bir araya gelerek oluşturabilecekleri bir sistem olacak. Mesela Erhan Erkut Hoca’nın Yetkin Gençler (YetGen) Programı bence müthiş bir program. Yani sonuçta hiçbir resmi kurum bu organizasyonu yaratmadı. Bir kişi, bir kurumun desteğini de alarak bu programı yıllardır uyguluyor. Yüzlerce çocuk yetiştirdi. Ve belki o çocuklar şu an iş hayatına atıldılar. O yüzden ben bir kişinin bile değişimi yaratabileceğini düşünüyorum. Küçük değişimler büyük etkiler yaratabilir diyorum zaten kitabımda. O yüzden bir kişinin bir şeyleri tasarlamasını beklememek gerekiyor. Sizin harekete geçmeniz gerekiyor.
Okullara kitap bağışlamak ve kütüphane kurmaktan öteye geçemeyen STK’lar sizce eğitim konusunda yeterince gayret gösteriyorlar mı?
Bence son dönemde evet. STK’lar sosyal medyanın da gücünü kullanarak bence çok güzel şeyler yapıyorlar. STK olarak söyleyemeyiz ama ben bu anlamda Eğitimde Reform Girişimi’ni çok beğeniyorum. Bunun dışında Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV) gibi farklı farklı kurumlar da gerçekten çok güzel girişimler yapıyorlar. Ve devam etmelerini umuyorum. Okullar da aynı şekilde özellikle STK’larla daha çok iş birliğine gitmeli ve daha çok çalışmalar yapmalı diye düşünüyorum. Sosyal sorumluluk projelerinin okullara kitap bağışlamanın ötesine gidip hani biraz daha fark yaratan projelere yol açabileceğini ve bununla ilgili çok güzel örnekler olduğunu düşünüyorum.
Günümüz iş hayatı yeni nesli karşılamaya hazır mı? Onlara istediklerini sunabilecek mi?
Bence değil. Şu an yeni nesil yavaş yavaş çalışma ortamlarına girdikçe bazı zorluklarla karşılaşıyor olacaklar. Bence jenerasyon farkının da çok büyük etkisi var diye de düşünüyorum. Son dönemlerde ters mentorluk özellikle çok kullanılan bir metot son dönemlerde. Belki iş hayatı biraz da buna alışmalı. Gençlerden öğrenmek çok kıymetli. O mentorluğun iki taraflı olması noktasında belki bir sistematik kurulabilir. Ve biz bu noktada okullarımızda yeni nesilden de daha çok öğretmen yer aldığı için ters mentorluk sistemini fazlasıyla kullanıyoruz.
Evrim Kuran, Z Bir Kuşağı Anlamak kitabında yeni neslin hayal kurmadığından bahseder. Sizce yeni nesil hayal kuruyor mu?
Hayal kurmadıklarına dair bölümü hatırlayamadım ama tabi ki hayal kuruyorlar. Bütün herkesin hayalleri var. Çocukların da hayalleri var. Hayallerini gerçekleştirmesi noktasında onları birazcık cesaretlendirmek, birazcık farkındalık yaratmak çok önemli. Bütün çocukların hayalleri vardır. Dolayısıyla ben buna çok katılamayacağım.
Çocuklar hayal kuruyorlar. Sadece hayallerini gerçekleştirme, inisiyatif alma noktasında belki çok harekete geçemiyor olabilirler. O da zaten onlar için yolları çizen birileri hep etrafında olduğu için olabilir. Yani anne babalar onlara ne yapmaları gerektiğini ne düşünmelerini gerektiği ve nereye gitmeleri gerektiğiyle ilgili hep bir plan çiziyorlar. Ben bunu kitapta da çok söylüyorum. Çocukların her anını planlayan bir anne baba, her anını yapılandıran bir okul çocuğa iyi gelmiyor. Belki bu neslin en büyük talihsizliği bu oldu. Sanıyoruz ki her şeyi planladığımızda, önlerine koyduğumuzda daha çok gelişecek çocuk.
Tabi ki bilgi ve beceriyle donanıyor ama çocuğun hayal kurmaya, sıkılmaya, merak etmeye de zamanı olmalı. Bence en çok onların ihtiyacı olan zamanı onların ellerinden alıyoruz. Biraz o yapılandırılmamış zamanı onlara sunmamız gerekiyor. Belki burada hayali, hayal kurmayla bağlantı kurabilirim diye düşünüyorum.
Oyun, öğrenmenin neresindedir? Oyun oynatan öğretmenler idareyle genelde yüz göz olurlar. Oyunun öğrenmedeki rolünü açıklar mısınız?
Eğitim camiası oyunun ne kadar önemli olduğunu bas bas bağırıyor diye düşünüyorum. Hala bunu reddeden okul yönetici kaldı mı bilmiyorum. Her sınıf düzeyinde oyunun yeri çok önemli. Oyun dinamiklerinin, oyunlaştırmanın kullanımı çok popüler. Eğitime müthiş bir etkisi var. Özellikle bu neslin zaten hayatının içinde oyun ve oyunlaştırma var. Sosyal hayatlarının içinde de var. Sosyal medya da bunun üzerine kurgulanmış durumda. Bu gücü kullanıyorlar. Oyunlar oynuyorlar. Dolayısıyla öğrenmenin bir parçası haline getirmenin elzem olduğunu düşünüyorum. Çocuk için bağ kurduğu, sosyal etkileşimi kurduğu, motivasyonunu sağladığı ve kendini akışta hissettiği bir öğrenme ortamı yaratmak istiyorsak oyunun gücünden faydalanmalıyız diye düşünüyorum.
Fen ve Matematikte iyi olan çocukları gözettiğimiz kadar müzik ve resimde iyi olanları da fark ediyor ve gereken değeri veriyor muyuz? Yoksa öğrencilerimizin hepsi aynı tornadan mı geçiyor?
Evet burada Misket Teorisi’ne gönderme yapmışsınız. Kesinlikle aynı şeye koymuyoruz. Yani Fen’de, Matematikte başarılı olan öğrencilerimizi daha zeki, daha çalışkan ya da daha iyi öğrenci kategorisine koyuyoruz. Ancak her çocuk kendi içinde zengin, her çocuğun kendi güçlü yönleri var. Biz öğretmenler olarak bunları keşfetmek, beslemek ve ön plana çıkarmak, hatta bir anlamda gelişmesi gereken kazanımlar çerçevesinde çocuklarımızı takip etmek zorundayız. Dolayısıyla bütünsel bir gelişme hedeflemeliyiz.
Ben resim çizemiyorum, çöp adamdan öteye geçemiyorum konusunu da kabul edemiyorum. Artık her yerde görsel öğrenme o kadar önemli ki çocuklar zaten iş hayatına atıldıklarında da sadece yazı değil, görsellikle de kendilerini ifade etmeyi öğrenmek zorundalar. Dolayısıyla öğrencilerimizin her alanda gelişimini kurgulamalıyız ama belki farklı hızlarda, belki farklı ilgi alanlarına dokunarak, belki farklı destek mekanizmalarını harekete geçirerek onları hep bulundukları noktadan yukarıya nasıl çıkarabileceğiz açısından değerlendirmeliyiz. Bu sadece Fen ve Matematikte değil, yabancı dilde, müzikte, resimde, beden eğitiminde. Çocuğun fiziksel sağlığı ve koordinasyonu da çok önemli. Bütün bu gelişimi bir arada yapmalıyız.
Not: Burcu Aybat Hocamla yaptığımız röportaj diğer röportajlarımıza nazaran daha uzun olduğu için ay içine yayıp 4 bölümde yayınlayacağız. Röportajın tamamı Ağustos ayı bitene kadar blogda yayınlanmış olacak.